27 Aralık 2019
Sayı: SYKB 2019/01 (48)

Gelecek işçi sınıfının olacaktır!
AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor
Erdoğan’a karşı Erdoğan taktiği
Gerici hesapların sonu yok
“Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!”
Asgari ücret vergiden muaf tutulsun!
Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz
Gerçek bir sınıf mücadelesinin imkanları
Atamalarda güvenlik soruşturmaları sürecek
Burjuvazi bireyciliği ve bencilliği dayatıyor
Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1
Proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni dönemi
Teslim Demir… Gerçek bir yaşam filozofu!
Hong Kong’daki son gelişmeler üzerine
İngiltere seçimleri ve Brexit
Trump’ın azil sürecinde rezalet diz boyu
Fransa genel grevinden gözlemler
LSG Sky Chefs’te grev yasağı
Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine
AKP’nin genelgesi şiddeti ve baskıyı boyutlandırıyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Teslim Demir…

Gerçek bir yaşam filozofu!

A. Serhat

 

Sinan yoldaşı çocukluk yıllarımda tanıdım. Aynı sosyal ve akraba ortamının yarattığı yakınlıktan öteye bir ilişkimiz oldu. Diğer çocuklarla birlikte daha o yaşlarda, ona yakın olmanın bir bilince yakınlaşmak olduğunu hisseder ve öyle davranırdık. TDKP’nin 12 Eylül öncesi Dersim’de yarattığı politik havayı o yıllarda soluma fırsatı yakalamıştım. Sonraki yıllarda da politik kimliğim üzerinde yadsınamayacak etkilerini yaşayıp görecektim. Kendi payıma bunu TDKP’nin kurumsal kimliğinden çok Sinan yoldaşa borçlu olduğumu söyleyebilirim. Tabii ki bu o kurumsal kimliği küçümsemek ya da yadsımak olarak anlaşılmamalı.

12 Eylül’le kesintiye uğrayan ilişkimiz, lise yıllarımda onun Metris Cezaevi’nde yattığı dönemde mektuplarla devam etti. Çok sık olmasa da zaman zaman yazıştık. O cezaevinden çıkıp yurtdışına gelinceye dek görüşme fırsatımız olmadı. Yalnızca kısa bir telefon görüşmemiz oldu. O görüşme esnasında illegalite kurallarını yok sayarak ona ismiyle (Teslim abi) hitap ettiğimi yanımdakilerin beni çimdiklemeleriyle fark etmiş, ölümüne dek bir daha ona öyle seslenmemiştim.

Sinan yoldaşı politik bir kimlik ve bir önder kişilik olarak hep ciddiye aldım ve insan olarak da çok sevdim. Daha çocukluk yıllarımda onunla kavun-karpuz tarlalarında, bağda-bahçede dolaştığım da oldu, onun sohbetleri ve esprileriyle tanışma olanağım da... Dedemle Erivan radyosunu dinlerken İran devrimi üzerine tartışmaları da hiç unutamadığım çocukluk anılarımdandır. O kitap okuduğunda nasıl bir sessizlik ortamı yaratıldığına da tanıklık ettim, kadınların hazırladığı güzel yemekleri nasıl ona nasıl getirdiğine de. Sanırım Dersim’in o güzel kadınları daha o günlerde Sinan’a güzel yemek yeme alışkanlığını öğretmişlerdi. Öyle ya, hep Sinan öğretecek değildi!

Onun kopup geldiği topraklar ve oranın makus talihini bu kez kırabiliriz diyenler, çok kısa süre içinde Teslim abiyi Tahsin Hoca yapmışlardı. Çok geçmeden Metris’te Karadayı, daha sonra partisinin Sinan yoldaşı ve ilerici devrimci çevrelerin Xalo’su olarak bilinecekti. Sinan yoldaşın

öncelikleri her ne kadar farklı olsa da, Dersim ile arasında kesintisiz bir bağ, oraya kattıkları kadar aldığı ve borçlu olduğu şeyler vardı. Nihayetinde bir dava adamı olma kimliği ile doğup büyüdüğü topraklara karşı sorumluluklarını en ileri düzeyde yerine getirecekti.

Türkiye devrimci hareketi içindeki özel rolünden bağımsız olarak, Dersim’e, oranın insanına çok şey kattığı, sanırım herkesin hemfikir olacağı bir gerçekliktir. Ayrıca geçmiş devrimci birikimi geleceğe taşımada tarihi bir köprü ve koca bir hafızaydı Sinan yoldaş!

O, çocukların, gençlerin, kadınların ve yaşlıların gözünde dokunulmazlık kazanmış, çok sevilen ender bir insandı. Güzel ve centilmen futbol oynamayı da, bir maçın nasıl kazanılması gerektiğini de bizlere o öğretmişti. Gerçek bir Beşiktaş taraftarıydı. Yıllar sonra yurtdışında karşılaştığımızda, oğlunun Galatasaraylı olduğunu öğrenince, bana dönüp sen yaptın değil mi, diye sormuştu. Onu öyle görünce, sanki bir derbi maçında Beşiktaş’ı yenmişiz gibi hissetmiştim.

Tahsin Hoca, o küçücük köy ortamlarında büyük bir sosyal zenginliğin nasıl yaratılabileceğini pratik örnekleriyle gösterdi bizlere. Onun bir başka kimliği ise, gerilimi eksik olmayan köy ortamlarındaki yapıcı yaklaşımı, yıllardır çözülemeyen sorunları bir dokunuşla çözme yeteneğiydi. Kronikleşmiş bir dizi sorunu, o güven veren kişiliğiyle, kimseleri çok da incitmeden çözdüğü çok olmuştur. Kuşkusuz o dönemin devrimci atmosferinin de bunda payı büyüktür ama o atmosferin gerekleriyle sorunlara cevap olmak herkesin başarabileceği bir şey de değildir.

Apolitizmin tırmandığı12 Eylül’lü yıllar, insanların jandarmalar eşliğinde istiflenip ağır işkencelerden geçirildiği ve bunun açık alanlarda yapıldığı karanlık bir dönemdi. O karanlığa ve çaresizliğe karşın işkencelerden dönenler Sinan yoldaşla yaşadıkları anıları ve esprileri anlatırlardı. Onun bizzat yaratıcısı olduğu o kolektif yaşamın kendisi insanlara güç verirdi. Kişisel gözlemim üzerinden çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, devletin çok özel uygulamalarına rağmen o coğrafyada Sinan yoldaşın bıraktığı iz silinemedi, buna güçleri yetmedi. Sonraki kuşakların yaşadığı politikleşme süreçlerinde de onun büyük bir katkısı olmuştur diye düşünüyorum. Sinan yoldaşın İstanbul’da yakalandığı haberi geldiğinde, istisnasız bütün insanların nasıl üzüldüğü ve günlerce sessizliğe büründüğü dün yaşanmış gibi aklımda. Aynı insan topluluğu Sinan yoldaşı yeri geldiğinde farklı şekillerde korumayı ve gizlemeyi becermişti. Hatta bir defasında çoban kadın kılığında nasıl jandarma ablukasından köyün dışına çıkarıldığı ve Sinan yoldaşın bir kadın gibi yürümeyi nasıl da güzel becerdiği hala bir fıkra gibi anlatılır.

Burada Sinan yoldaşa dair yazabileceğim yüzlerce anekdot var. O ne bir evliya ne kusursuz bir insandı. Tıpkı bizler gibi biriydi. Ama onu farklı kılan, bir davanın hem önde gidenlerini hem de arkadan gelenlerini toplama yeteneğiydi. Bunu yaparken de en ufak bir kabalık sergilemezdi.

Cezaevinden çıktıktan sonra yaklaşık on yıl onunla görüşemedik. Üniversite yıllarımda İstanbul’da onun beni bulabileceği yerlere benden sonra uğradığını ve beni aradığını duydum ama görüşme şansımız olmadı. Yıllar sonra hasta yatağında o dönemi anlatırken, “İstanbul’da bir efsanenin peşine düştüm, ancak Almanya’da yakaladım” diyerek, hepimizi her zaman olduğu gibi yine güldürmüş ve inceden dokundurmuştu.

Yurtdışındaki süreçlerimiz, yakın çalışmanın yarattığı sıkıntılar dışında hep olması gerektiği gibi oldu. Tadına doyum olmayan çiğ köfteli akşamlarımız, o akşamlarda karikatürize ettiğimiz kimi akrabalarımız ve köylülerimiz... Kâmil ve Süleyman amca, Dude ve Emoş yenge, Sinan tiyatrosunun ana ve değişmez karakterleriydi. O karakterlere bazen yapmadığını bırakmazdı. Tabii karakterler bunlarla sınırlı değildi. Bunlara yurtdışından yeni tiplemeler eklenmişti.

Sinan yoldaş sadece büyük bir yetenek değil, bir o kadar da fedakârlık timsaliydi. Hem eşsiz bir yoldaş, hem de bir yol göstericiydi. Kendi payıma büyük bir rahatlıkla, beni bir dizi yanlıştan koruduğunu ve kolladığını söyleyebilirim. Onunla Alman polisine karşı göğüs göğüse kavga ettiğimizde, polisin beni yere yıktığı anda onun nasıl üstüme doğru hamle yaptığının ve şiddete maruz kaldığının yüzlerce tanığı vardır. O yeri geldiğinde bir yoldaşı için nasıl davranılması gerektiğini de bizlere öğretmişti. Orada yatanın kimliğinden bağımsız bir davranıştı o an yaptığı.

Sinan yoldaşın dokunup da etkilemediği insan yok diye düşünüyorum. Sadece politik manada bir dokunuştan bahsetmiyorum. O yanıyla etkilenmemişseler bile insan olarak sevmiş ve etkilenmişlerdir. Çünkü onun en büyük özelliği, devrimci kimliğini ve önderliğini de aşan insan kimliğiydi.

Sinan yoldaşla zaman oldu yorduk birbirimizi, zaman oldu kızdık birbirimize, ama ilişkimizi belirleyen hep devrimci yoldaşlık oldu. Kendi payıma onun benden beklentilerinin tamamına yanıt olamadığım için, hatırladıkça çok üzülüyorum. Onun hayatımdaki yerini ve gidişiyle bıraktığı boşluğu tarif edebilmem gerçekten çok güç. Ölümünün ardından yazmayı çok düşündüğüm fakat bir türlü yazamadığım tonlarca kelime birikti dağarcığımda. Ama bunları yazıya dökmek hiç de kolay değil. Onun için kalem oynatmak benim için hala da çok erken ama artık yazmam gerekiyor.

Yakalandığı amansız hastalığa karşı direnci ve metaneti herkesi olduğu gibi beni de derinden etkiledi. Yeniden sağlığına kavuşabileceği inancını hep korudu. Tedavi süreçlerinde zaman zaman sınırları da zorlayarak elimizden geleni yaptık ama ne yazık ki sonucu değiştiremedik. Bu süreçte sevgili eşinin yaptıklarını ise anlatmak gerekmiyor. İnsan üstü bir çabayla Sinan yoldaşı bir saniye daha fazla yaşatmak için çırpınıp durdu.

Sinan yoldaş hastanede yattığı süreçte, onu ziyarete gelenleri güler yüzle karşılar, öyle yolcu eder ve sonrasında hastalıkla boğuşurdu. Bu davranışını ölünceye dek sürdürdü. İlk tedavi sürecinin yarattığı geçici iyileşmenin ardından o yine işlerine koşturmuştu. Hastalığı geride bıraktığını düşünüyordu. Doktorlarıyla daha en başından görüştüğüm, hastalığı hakkında bilgi sahibi olduğum için, ona her baktığımda yüreğimi derin bir acı kaplıyordu. Yine de bir dizi doktordan fikir aldık, alternatif tedavi var mıdır diye çırpındık. Ama ölüm, biz kabul edemesek de, katı bir gerçek olarak karşımızda duruyordu. Hala da onun ölümüne alışamadım.

Onun yoldaşı olduğum için kendimi, dedesi olduğu için çocuklarımı çok şanslı görüyorum. Çünkü o bizden de öte çocuklarımızın Dede yoldaşıydı!

Ondan çok şey öğrendik geride bıraktığımız yıllar içinde. Her etkinlikte Sinan yoldaşın yarattığı boşluk hissediliyor. Özellikle politik etkinliklerimiz sırasında yaşadığı ve yaşattığı stres, kapı önlerindeki o tatlı telaşı unutulur gibi değil. Başarılı geçmiş bir politik etkinliğin onda yarattığı huzur ve sevinci anlayabilmek için ise Sinan olmak gerekiyor.

Yıllar önce düzenlediğimiz bir gençlik kampında, kamp alanında bulunanları biraz da tiyatral bir şekilde tanımlarken, Sinan yoldaş için şöyle demiştim: “Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın yiğit devrimci önderi”. O gün için biraz abarttık mı diye düşünmedim değil. Ama bugün baktığımda, çok yerinde bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Sinan yoldaş aslında yaşamına bu kimliği sığdırmayı becerebildiği için o gün o tanımlamayı yapma cesareti göstermiştik. Gençlerle beraber olmak, onlarla bir şeyler yapmak ona büyük bir heyecan verirdi. Bütün gençlik kamplarının ve etkinliklerinin örgütlenmesinde özel çaba harcardı. O, yaşının ötesinde bir enerji ve mizaca sahipti. Telefon rehberime numarasını Almanca “Alter” (yaşlı) diye kaydetmiştim, oysa o hepimizden çok daha genç düşünür ve öyle davranırdı. Bu tanımı hiç hak etmediğini ölümünün ardından daha iyi kavradım ama numarasını silmeye hala elim varmıyor.

Yurtdışında kaldığı süre içinde Avrupa solunu hep yakından tanımaya, anlamaya çalıştı. Yaşadığı dil sorunu buna kesinlikle engel değildi. Bu sorunu tali plana düşüren ön bir çalışma ile dili bildiğini sananlardan daha fazlasını anlar ve yorumlardı. Tanıdıkça, bunlardan bir şey olmaz ama elimizde bunlar var, yine de yapabileceklerimizi yapmaya çalışalım derdi. Yurtdışı örgütünü ve insan malzemesini ileri çıkarmak için de gerçekten çok çaba harcadı. Bazen kendi sınırlarını zorlayarak, hatta kendisini tartışmalı hale getirme pahasına bunu yaptı. Bu konuda kendisini uyardığımda, “boş ver, biz işimize bakalım” derdi.

Yeri burası mıdır bilmiyorum ama söylemeden geçemeyeceğim. O bilinen halk deyimiyle “kanı beş para etmez” insanların bazen Sinan yoldaşın uzattığı eli havada bıraktığını da gördüm, o ele sarılıp insanlaşmayı becerenleri de... Çünkü o karşısındakinin niyetine bakmaksızın bütün içtenliğiyle elini uzatır, onu o büyük ailesinin bir parçası olarak görmek istediğini hissettirirdi. Ama bazen hiç hak etmediği şeyleri yaşamak zorunda bırakıldığını da biliyorum. Ölümünün ardından geçen zaman diliminin, onu tanıyan ve seven her insan için, Sinan yoydaşa dair bir dizi keşke ile dolu olduğunu düşünüyorum. Oysa Sinan yoldaş hayatında çok az keşke biriktirmişti.

Hayatını onun kadar mütevazi, onun kadar doğal yaşayan bir başkası var mıdır, hele de Avrupa’nın bu bozucu ortamında? Ama o bir derviş sadeliğinde yaşamayı çok ama çok iyi becerdi. Bozucu Avrupa atmosferinin zerre kadar etkisinde kalmadı. Tertemiz bir dava adamı olarak ve o davanın hizmetinde bir yiğit devrimci olarak ayrıldı aramızdan. O, gerektiğinde devrimin hamalı, gerektiğinde bir bilge insan ve yeri geldiğinde gerçek bir lider ve militandı. Önderlikten bahsedilmez, emekle, alınteriyle sökülüp alınırdı. Bunu da en iyi yine o bilirdi ve gereklerini eksiksiz yapardı. Sırça saraylarda oturmadı, sofrasında o çok sevdiği çoban salatası ve karpuzundan başka çok şey olmadı. Üstüne başına giydikleri genellikle yoldaşlarının ve dostlarının eskileri ya da ona aldıklarıydı.

İzmir’deki cenaze töreninde eski bir kadın yoldaşının kulağıma fısıldayarak, “üzülme, o topraklar bize yeni Sinanlar’ı yollayacaktır” sözü, Sinan ile toprak ve insan ilişkilerini anlatması açısından oldukça öğretici olsa gerek.

Sinan yoldaş için “Gerçek bir yaşam filozofu” başlığını niye kullandığımı açmak istiyorum. Filozoflar kendilerini tanımlarken hep alçak gönüllü davranır, bu sıfatı kendileri için kullanmazlar. Ben Sinan yoldaş için bu kavramın rahatlıkla kullanılabileceğini düşünüyorum. Çünkü o gerçekten de bir yaşam filozofuydu. Ona bu nitelemeyi yaşarken yapmış olsaydık, muhtemelen güler geçerdi. Belki de yine “boş ver böyle şeylere” derdi. Hayata dair olan her şeyi, ama istisnasız her şeyi, onun kadar anlayabilen ve anlayışla karşılayabilen çok nadir insan vardır. Sinan yoldaş için bu ekolün piriydi demek abartı olmaz. Hani der ya o büyük usta, “Hayata dair hiçbir şey yabancım olmaz” diye. Sinan bu sözün ete kemiğe bürünmüş haliydi. Onu her an her yerde, hayatın tam orta yerinde görebilirdiniz. O bulunduğu bütün ortamlarda insanlara güven veren ulu bir çınar gibiydi. Bir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilmemişti. Zira gölgesi de en az kendisi kadar büyük ve ağırdı!

Onu hiç unutmayacağım!

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum...

Aralık 2019